Site Rengi

İslam Felsefesinin Neliği / Mahiyeti

İslam Felsefesinin Neliği / Mahiyeti
3 Mart 2021 10:08
0
A+
A-

Bugün Türkiye’de İslam felsefesi olarak bilinen bu dönem çoğu zaman, “Arap felsefesi”, “Arapça felsefe”, “müslüman felsefesi”, “Türk-İslam felsefesi”, “İslamî felsefe” şeklinde de adlandırılmıştır. Çünkü henüz şu sorulara tam olarak cevap bulunmuş değildir: İslam felsefesi, İslâm medeniyetinin kurucu unsuru olan Araplar tarafından ortaya konulduğu için “Arap felsefesi” midir? Bu dönemde ele alınan eserler, yazarları kim olursa olsun Arapça kaleme alındığı için “Arapça felsefe” mi denmelidir? Arapların İslamiyetin öncüsü olmaları bakımından “Arap-İslam felsefesi” demek daha mı doğru olur? XI. yüzyıldan itibaren İslam medeniyetinin en etkin siyasi rolünü Türkler üstlendiği için “Türk-İslam felsefesi” mi kullanmak gerekir? Aslında tüm bu sorularının zemininde yatan mesele, XIX. yüzyıldan itibaren gündeme gelen “İslam medeniyetinin mirasını nasıl okuyacağız?” sorusudur. Bu sorunun cevabı, uzun tartışmalar sonucunda şu üç noktada toplanmıştır:


1- İslam felsefesinin, miras olarak aldığı felsefî geleneklerle ilişkisi
2- İslam felsefesinin kapsamı ve İslam dünyasının diğer entelektüel geleneklerle kurduğu ilişki
3- İslam filozoflarının dini mensubiyetleri ve etnik kökenleri ile felsefeleri arasındaki ilişki


İslam dünyası felsefe ile, VIII. yüzyılın ortalarından itibaren Bağdat merkezli olarak sistematik bir hal alan tercümeler yoluyla tanışmıştır. Bu sayede, Antik ve Helenistik dönemde Akdeniz havzasında üretilen felsefe ve bilim mirası, Grekçe asıllarından Süryânîce metinler aracılığıyla Arapça’ya tercüme hareketleri başlamış ve yaklaşık iki yüzyıl boyunca devam etmiştir. Bu tercümeler sırasında İslam felsefesinin temel karakterini oluşturan şey ise, Plotinus’un (ö. 270) önderlik ettiği ve bugün “Yeni Eflâtunculuk (Platonculuk)” olarak anılan felsefî yaklaşıma mensup olanların, Antik dünyanın iki büyük sistem kurucuları olan Platon (Eflâtun) ve Aristoteles’in felsefelerini uzlaştırma çabaları olmuştur. Yeni Eflatuncu filozoflar, Platon ve Aristoteles’in sistemlerini uzlaştırmayı amaçlamış ve ortaya büyük bir şerh literatürü çıkarmışlardır. Aristoteles’i Platon’un gözünden yorumlayan bu şerhler, İslam medeniyetine aktarılan felsefî birikimin de temel niteliğini oluşturur. İslam felsefesinin, miras olarak aldığı felsefi gelenek ile ilişkisi bu şekilde özetlenebilir. İkinci olarak İslam felsefesinin kapsamı ve İslam medeniyetinin diğer disiplinlerle ilişkisi sorunu gelir. Bunu anlamak için önemli bir isim olan İbn Sînâ’nın (ö. 1037) felsefesi üzerinden gitmek yararlı olacaktır. İbn Sînâ Risale fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, eş-Şifâ ve Uyûnü’l-hikme eserlerinde,“hikmet” olarak adlandırdığı felsefenin konusunu varlık ve var olanlar şeklinde belirlemiştir. Ve felsefeye dair geleneksel “teorik” ve “pratik” ayrımını yaparak, filozofun ilgi sahasına giren var olanları tasnif eder. Burada teorik felsefe, bizden bağımsız olarak var olan ve bizim bilgimize konu olan varlık sahasını temsil ederken, pratik felsefe, bizim yapıp etmelerimize konu olan varlıkları incelemektedir. Bunun için İbn Sînâ’nın Aklî İlimler ve Pratik İlimler Tasnifine bakabilirsiniz. Felsefenin günümüzde genelde “düşünce” ile özdeşleştirildiğini düşündüğümüzde, İbn Sînâ’nın ortaya koyduğu, sınırları keskin olarak çizilmiş, içerisinde bugün “pozitif bilimler” olarak adlandırdığımız alanları da barındıran tanım ve tasnifler, IX-XII. yüzyıllarda felsefeyi diğer disiplinlerden ayırt etme konusunda oldukça işlevsel olmuştur. Bu tanım ve tasnif, dönemin felsefî kapsamını kısaca özetler niteliktedir. Son olarak İslam felsefesinin mahiyeti ve “İslam felsefesi” adlandırılması bağlamında, İslam filozoflarını etnik kökenleri ve sahip oldukları dinî mensubiyetleri ile felsefeleri arasındaki ilişkiye kısaca değinelim. İslam felsefesini, Arap, Türk, Hint vs gibi belli bir etnik gruba mal etmeye çalışan modern görüşü haklı çıkaracak, ne filozofların metinlerinde ne de “tabakât” adıyla bilinen biyo-bibliyografik eserlerde bir kanıta rastlanmamıştır. Bunun sebebi ise, İslam felsefi geleneği içerisinde değerlendirilen filozofların etnik kökenleri farklı olmasına rağmen, henüz etnisite fikrinin modern zamanlardaki gibi belirleyici bir konumda olmamasıdır. İslam felsefesinin, “klasik dönem” olarak adlandırılan VIII. – XII. yüzyıllar arasında geçirdiği dönemde felsefe dilinin Arapça olması, Batılı araştırmacılar tarafından İslam felsefesini “Arapça felsefe” şeklinde adlandırmak yaygınlık kazanmıştır. Bu adlandırmayı kullananların,
İslam felsefesi adlandırması konusundaki problemin ise “Islamic Philosophy” olarak çevrilen İslam felsefesinin yoğun bir dinî çağrışım içermesi olduğunu savunmuşlardır. Şunu not etmek gerekir ki, VII. yüzyılın başlarında Yunanistan’da etkinliği sona eren felsefe, yaklaşık iki yüzyıl sonra Bağdat’ta, Yunanca’dan Arapça’ya tercüme hareketi sayesinde tekrar canlanmıştır. Dolayısıyla felsefenin “ikinci bahar”ı esasında müslümanlar tarafından, çok dinli, çok ırklı ve çok kültürlü olarak İslam medeniyetinde yaşatılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde yer alan felsefî hareketleri “İslam felsefesi” ve bu dönemdeki düşünürleri “İslam filozofu” olarak nitelemek mümkün görünmektedir.


Kaynakça: İslam Felsefesi (Tarih ve Problemler), editör: M. Cüneyt Kaya

Hazırlayan: Elif Büşra USTA

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.