Site Rengi

Tufan Kıymaz

Dr. Öğr. Üyesi Bilkent Üniversitesi Felsefe Bölümü

    “FELSEFE VE FELSEFE TARİHİNİN ÖNEMİ” MAKALE ELEŞTİRİSİ

    20 Temmuz 2022 12:31
    0
    A+
    A-

    Bu yazı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi’nin Felsefe Dünyası dergisinin son sayısında (Yaz 2022, sayı: 75) yayımlanmış olan “Felsefenin ve Felsefe Tarihinin Önemi” başlıklı araştırma makalesinin eleştirel bir incelemesidir.

    Makaleyi şurada bulabilirsiniz: https://dergipark.org.tr/tr/pub/felsefedunyasi/issue/71243/1107881

    Bu makalenin birçok açıdan akademisyen adaylarına ve genç akademisyenlere akademik felsefe yazınının standartlarına dair yanlış fikirler verebileceğinden endişe duyduğum ve bu makalenin Felsefe Dünyası gibi köklü ve önemli bir dergiye yakışmadığını ve geri çekilmesi gerektiğini düşündüğüm için bu eleştiri yazısını kaleme alıyorum. Amacım, akademik felsefe camiamızın yayın kültürü diskuruna ufak da olsa bir katkı sağlamaktır.

    Öncelikle, Murtaza Korlaelçi’yi şahsen tanımadığımı ve diğer eserlerine de aşina olmadığımı belirteyim. Bu yazı Murtaza Hoca’ya, kendisinin kişiliğine veya alana katkılarına dair bir değerlendirme değildir. Hem ben bunu yapacak yetkinlikte değilim, hem de benim hedefim kişileri değil, sadece makaleyi ve özellikle de makalenin saygın bir akademik felsefe dergisinde yayınlanmış olmasını eleştirmektir. Ayrıca, bu makaleyle benzer sorunlara sahip başka yayınlar başka dergilerde yer bulmuş olabilir, ben sadece en son gözüme çarpan örnek olarak bu makaleye odaklanacağım.

    “Felsefenin ve Felsefe Tarihinin Önemi” başlıklı makalenin genel yapısı şöyle:

    Öncelikle, bazı filozofların felsefenin tanımı ve işlevi konusundaki görüşleri paylaşılıyor ve yazar kendi felsefe tanımını öneriyor. Daha sonra, uzun alıntılarla, bazı filozofların felsefenin ve felsefe tarihi öğrenmenin önemi konusundaki fikirleri serimleniyor. İslami kaynaklardan da felsefenin (hikmetin) önemine dair alıntılar yapıldıktan sonra, bunlara dayanarak hem genel olarak üniversitelerde hem de daha özelde ilahiyat fakültelerinde felsefe ve felsefe tarihi öğretiminin önemi vurgulanıyor.

    Şimdi, makaleden bazı alıntılar yaparak eleştirilerimi ortaya koymak istiyorum. Aşağıdaki alıntılarda yanlış aksettirme ya da bağlamdan koparma gibi sorunlar olabileceği ihtimalinden endişe edebilecek olan okuyucuların makalenin orijinaline göz atmalarını rica ediyorum.

    1. Dinsel gerekçelendirme sorunu

    Yazının genelinde iddia ve görüşler, felsefi argümantasyondan ziyade, mutlak otorite olarak kabul edilen Kuran ayetlerine atıfla savunuluyor ve fikirlerin Kuran’a dayandırılması yeterli bir gerekçelendirme olarak görülüyor. Örneğin:

    … felsefe ilk insanla başlar. İlk yaratılan insan Hz. Adem (as) dır. Öyleyse “Allah, bütün isimleri (kavramları) Âdem’e (insana) öğretti” (Bakara 2/31) ayeti gereğince, felsefenin insanla ve eğer bu kavramlar hakkında bir sorgulama yaptı ise ilk peygamberle başladığını id­dia etmek yanlış bir yargı olmayacaktır. (sf. 7)

    İnsanlığın öğretimi söz konusu ise muallim-i evvel Allah’tır. Çünkü “Allah insanı ya­rattı. Beyanı da ona belletti.”“Kalem ile öğretendir. O insana bilmediğini öğretti.” “Hz. Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bu yanılgısı imkânsız haki­katleri, gerçek düşünürlerin dikkate almak zorunluluğu vardır. (sf. 10 – Ayet numaralarına atıflar orijinal metinde)

    Hiçbir felsefi gerekçelendirme yapılmadan, İslami kaynakların mutlak otoritesi beyan ediliyor:

    Allah mutlak bir şimdiye sahip olduğu için koymuş olduğu hüküm ve ilkeler hem geçmiş, hem hal ve hem de gelecek için ölçü kabul edilir. Olaylar bu değişmeyen ezelî ve ebedî olan, yanlış olması imkânsız olan ilkelere göre değerlendirilir. Uyan olaylar doğru uymayanlar ise yanlıştır. Bu ilkeler, tahrif olmayan tek kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim’de yer almaktadır. İnsanlık kurtuluşa kavuşmak istiyorsa Kuran-ı Kerim’i ve bunun yaşanmış şekli olan sünnet-i Resulullah’ı, hayata uygulamak zorundadır. Bu nedenle kurtuluş İslâm’dadır. Antik Doğu ve Batı dünyasındaki, çağımızdaki ve gelecekteki vuku bulmuş ve vuku bulacak olan olgu ve olayların değerlendirilmesinde kullanılacak ölçü Kur’an ve sünnettir. (sf. 12)

    Gerçek felsefe, aklın vahyin emrine verilmesiyle ancak yapılabilir. Günü­müz dünyasının kurtuluşu da bu şekilde yapılacak felsefeye bağlıdır. Günü­müz dünyasını, içine düştüğü bunalımdan ve Kovid-19 virüs salgını gibi ça­resizliklerden ancak mülk sahibine dönüş, Allah ve Resulüne gerçek imanla tabi oluş kurtaracaktır. (sf. 14)

    Felsefenin nasıl yapılması gerektiğine dair böyle büyük iddiaların, yazar tarafından felsefi argümantasyonla desteklenmemiş dini kabullere dayandırılması bir felsefe makalesi için kabul edilemez. Dinin en güvenilir bilgi kaynağı olduğu iddiası tabii ki bir felsefe makalesinde savunulabilir, fakat bu makalede ne yazık ki böyle bir savunu bulunmuyor, aksine dini otoritenin sorgusuzca kabul edildiğini ve hiçbir temellendirme girişimi olmadan okuyucunun önüne konduğunu görüyoruz.

    Öte yandan, eğer makale felsefenin ve felsefe tarihinin önemini özel olarak İslami bakış açısından değerlendirme amacındaysa, İslami kaynaklara atıf bir sorun teşkil etmeyebilir. Fakat, bu durumda da “Ehl-i Sünnet Nazariyesinden Felsefe ve Felsefe Tarihinin Önemi” gibi bir başlıkla, bir felsefe dergisi yerine bir ilahiyat dergisinde yayınlanması daha uygun olurdu. Ki makalede, konunun özellikle İslam bağlamında ele alındığına dair ifadeler görebiliyoruz:

    Metafiziğin en üstün şekli İslâm dininde bulunmaktadır. Bunun için Müslümanların metafizikte Doğu’yu veya Batı’yı esas alması bütünüyle ya­nılgıya götürür. (sf. 12)

    Yüce Rabbimizin düşünceyle, dolayısıyla felsefeyle ilgili bazı ayetleri de şöyledir:  …  Peygam­ber Efendimizin düşünceyi son derece tavsiye ettiğini de yukarıda belirttik. Böylece Rabbimizin emrettiği, Peygamberimizin teşvik eylediği düşünceye, felsefeye nedense bazı Müslümanlar karşı çıkıyor. Bu hal anlaşılır bir durum değildir. Aydın Müslümanların bu hususu dikkatle düşünmesi gerekir. (sf. 14)

    Ayrıca, makalenin özetinde de bu vurguyu görüyoruz. Özet şu cümlelerle sonlanıyor:

    Düşünmeyi Allah emrediyor, Rasulullah teşvik ediyor; fakat bazı Müslümanlar karşı çıkıyor. Bu durum büyük bir çelişkidir. İşte bunun üzerinde çok düşünmek gerekir.

    Daha da özelde, makale ilahiyat camiası için yazılmış gibi duruyor. Belki de “İlahiyat Alanında Felsefenin ve Felsefe Tarihinin Önemi” başlığı daha uygun olurdu:

    İlahiyat Fakültesi mezunu olan bir kimse İslâmi ilimleri üst düzeyle bilmek mecburiyetindedir; bununla beraber gitgide küreselleşen çağdaş bir dünyada “varım” diyebilmesi için en az bir papaz kadar felsefe­yi de bilmek zorundadır. (sf. 15)

    Felsefe Tarihi Anabilim Dalı’nın İlahiyat Fakülte­leri’nde bulunması zarureti yanında, müfredata Felsefe’ye Giriş dersinin de zorunlu olarak konulmasının önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

    2013 yılında İlahiyat Fakültelerindeki Felsefe dersleri hakkında verilen yanlış karardan, o zamanın başbakanı şimdi ise Cumhurbaşkanımız olan Sa­yın Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yerinde yapılan çok önemli ve tarihi müda­halesiyle, bir ay gibi kısa zamanda dönülmüştür. (sf. 16)

    Ve, makalenin son paragrafı şöyle:

    Yazımızın içinde de belirttiğimiz gibi, metafizik yönü kuvvetli olmayan­ların yapmış olduğu çalışmalar insanlara pek faydalı olamıyor. Bu nedenle İlahiyat ve İslâmî Bilimler Fakültelerindeki felsefe dersleri iyi programlan­malıdır. Bu fakültelerde dört kredi saatlik Felsefe Tarihi dersinin yanında, iki kredi saatlik bir Felsefeye Giriş dersi, iki kredi saatlik bir Sistematik Fel­sefe dersi konulması ülkemizin geleceği için çok önemlidir. Ayrıca Türk ay­dının felsefi terim ve düşüncelerine yabancı kalmaması için Türkiye Üni­versitelerinin her fakültesine iki kredi saatlik zorunlu Felsefeye Giriş dersi konulması da son derece önem arz etmektedir. (sf. 16)

    Bu sonuç paragrafı, makalenin yükseköğrenimde ve daha özelde ilahiyat fakültelerinde felsefe ve felsefe tarihi derslerinin önemini tartıştığı izlenimi veriyor, fakat bu, makalenin ilk kısımlarında açıklanan amacıyla örtüşmüyor.

    Sonuç itibariyle, makalenin sorduğu soruları ele aldığı dini bağlam ve cevaplandırmada mutlak otorite kabul edip kullandığı dini kaynaklar göz önüne alındığında, bu makale bir felsefe dergisi için uygun görünmüyor. Felsefi makalenin vazgeçilmezleri olan argümantasyon, akli gerekçelendirme, ortaya konan fikirlerin olası itirazlar karşısında savunulması gibi standart tekniklerden ziyade iddialarını sadece filozoflardan (değerlendirmeye tabi tutulmayan) alıntılar ve dini kaynaklara atıflar üzerinde temellendiren bu makale, benim görüşüme göre, bir felsefe dergisinde yayımlanma kriterlerini karşılamıyor.

    Belki bu makalenin Felsefe Dünyası dergisine uygun olduğu, derginin yeni sayı çağrı metninde geçen “farklı disiplinlerden gelecek olan ve felsefi bir perspektif taşıyan araştırma yazıları” kategorisine atıfla savunulabilir. Fakat, açıkçası, bu makalenin, konusu felsefe olmakla birlikte, yönteminde felsefe göremiyorum. “Felsefi perspektif”ten ziyade, sadece “dini perspektif” görüyorum. Bu yüzden de makalenin Felsefe Dünyası gibi bir dergide yayınlanmak için, söz konusu kategori altında düşünülse dahi, yeterli olmadığını düşünüyorum.

    2. İçerikteki sorunlar

    Yaklaşımı itibariyle bir ilahiyat dergisine uygun olsa da, içeriğindeki sorunlar nedeniyle, tekrar hakem sürecinden geçip geliştirilmediği sürece, makale herhangi bir akademik dergide yayınlanmaya uygun görünmüyor.

    Okuyucunun bu bölümde yapacağım eleştirilerin biraz fazla ayrıntılı ve kılı kırk yaran eleştiriler olduğunu düşünme ihtimaline karşılık, şimdiden belirteyim ki bu yazıdaki amaçlarımdan biri de akademisyen adaylarına ve akademik yayın hayatına yeni adım atmış olan kişilere, bu makaledeki örnekleri kullanarak aslında sıklıkla karşılaşılan hatalara dair uyarıda bulunmak. Bunu da makaleyi bir hakem gibi değerlendirerek yapacağım.

    Önce, en bariz sorunlardan biri ile başlayalım: Yanlış iddialar. Örneğin, Platon hakkındaki şu iddiaya bakalım:

    Sofistler “her şeyin ölçüsü insandır” derken Platon “her şeyin ölçüsü Al­lah’tır” demişti. Allah’ı ölçü olarak almaksa, hükümlerini, emir ve yasakları­nı esas almak ve hayata uygulamaktır. (sf. 11)

    Burada “Allah” kelimesi Platon’un Tanrı anlayışıyla örtüşebilecek bir şekilde genişletilerek mi kullanılıyor, yoksa Platon’un Tanrı anlayışı İslami teolojiyle örtüşecek şekilde mi yorumlanıyor? Hiçbir açıklama yapılmadan (ve Platon’un Yasalar diyaloğuna atıfta bulunulmadan) bu şekilde ortaya atıldığında bariz olarak yanlış olan bu iddianın hakem sürecinden geçtikten sonra makalede yer alabilmiş olması şaşırtıcı.

    Makalede, doğrudan ayetlere dayandırılan iddialar hariç, akıl yürütmeler çoğu zaman açık değil. Örneğin, aşağıdaki alıntıda, felsefenin en yüksek kısmının teoloji olduğunu, sırf Aristoteles öyle söylediği için mi kabul etmeliyiz? Yoksa, yazar bu iddiayı doğruluğu apaçık bir iddia olarak mı düşünüyor? 

    Aristoteles’in söylediği gibi “Fel­sefenin en yüksek kısmı teolojidir. Onun da konusu Mutlak Ruh, Tanrı’dan başka bir şey değildir.” (sf. 8)

    Ayrıca, makalede bazı non sequitur (ilintisiz) çıkarımlar var. Örneğin:

    Genelde bilinenlerin aksine felsefenin beşiği Antik Yunan veya Antik Doğu olmayıp insan zihnidir. Çünkü insandan başka hiçbir varlık felsefe yapamaz. O zaman felsefe ilk insanla başlar. Gerçek bu olunca felsefe için “bir Yunan mucizesidir” diyenlerin iddiası asla doğruluk değeri taşımaz. İlk yaratılan insan Hz. Adem (as) dır. (sf. 7)

    “Felsefenin beşiği” tabirindeki “beşik” sözcüğü coğrafi bir alana atıfta bulunmaktadır (Mesela, Johannesburg şehri civarında birçok fosilin bulunduğu bir mevki, 1999 yılında UNESCO tarafından “İnsanlığın Beşiği” olarak adlandırılmıştı). Bu bariz gerçeği görmezden gelip “felsefenin beşiği insan zihnidir” diyerek “felsefenin beşiği Antik Yunan’dır (ya da Antik Doğudur)” iddiasına karşı çıkmak, eğer edebi bir çabadan ibaret değilse, beşik sözcüğünün mecazi çokanlamlılığından kaynaklanan açık bir mantık hatasıdır. “Felsefenin beşiği Antik Yunan’dır” iddiası da zaten “felsefe Antik Yunanlıların entelektüel (zihinsel) faaliyeti olarak doğmuştur” demektir.

    Buna ek olarak, yine yukarıdaki alıntıda yer alan “İnsandan başka hiçbir varlık felsefe yapamaz, o zaman felsefe ilk insanla başlar” çıkarımı da mantıken hatalıdır. İnsandan başka hiçbir canlı bale de yapamaz, ama bu ilk insanın bale yaptığı anlamına gelmez. “İnsandan başka hiçbir varlık felsefe yapamaz” iddiası, insan olmanın felsefe yapmak için gerek koşul olduğunu ifade eder, yeter koşul değil. Yazarın önemle üzerinde durduğu, felsefenin Antik Yunan’dan önce de var olduğu iddiasının dayandığı bu kısacık argümanın içerdiği basit mantık hatasının da makalenin hakemlerince tespit edilmiş olması gerekirdi.

    Bir diğer kısımda, yazar önce Platon, Aristoteles, Descartes ve İsmail Fenni’nin felsefeye dair görüşlerini alıntıladıktan sonra kendi tanımını öneriyor:

    Bu tanımlardan sonra şöyle bir tanımı da dile getirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz: Felsefe; varlık, bilgi ve değer alanlarında, rasyonel, objektif, şümullü ve tutarlı bir şekilde düşünmektir. Bu tanım, insan hayatının her ala­nında felsefenin yer aldığını ortaya koması bakımından önem arz etmektedir. (sf. 9)

    Burada ilginç olan, yazarın tanımının daha önce yapılmış alıntılarla ilişkisinin görülemiyor olması. “Bu tanımlardan sonra şöyle bir tanımı da dile getirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz” ifadesi, verilecek tanımın ya daha önce alıntılanmış olan tanımlar üzerine bina edileceği, ya onların eksiklerini gidereceği ya da başka bir şekilde onlarla ilintili olacağı izlenimini veriyor, fakat Platon, Aristoteles, Descartes ve İsmail Fenni’nin tanımları verildikten sonra bir diğer tanım olarak yazarın kendi tanımı verilince, tanımlar üzerine bir tartışma yapılmadan sadece bir liste verilmiş oluyor. Yazarın tanımını iyi bir tanım yapan nedir, neden bu tanımı kabul etmeliyiz, bu tanımı diğer tanımlara tercih mi etmeliyiz, bu konularda hiçbir açıklama yapılmıyor.

    Bir diğer örneğe bakalım:

    Felsefe tarihinde üç öğretmen kabul edilir: Muallim evvel Aristoteles, muallim-i sâni Farabi (872-950) ve muallim-i sâlis İbn Sina (980-1037). Bu sıralama batılı düşünürler tarafından yapılmıştır; ancak hatalıdır. İnsanlığın öğretimi söz konusu ise muallim-i evvel Allah’tır. Çünkü “Allah insanı ya­rattı. Beyanı da ona belletti.” “Kalem ile öğretendir. O insana bilmediğini öğretti.” “Hz. Âdem’e bütün isimleri öğretti.”  (sf. 10 – Ayet numaralarına atıflar orijinal metinde).

    Öncelikle, bu sıralamanın batılı düşünürler tarafından yapıldığı doğru değil. Bu, İslam felsefesinde yapılan bir sıralamadır. Ayetlerin mutlak otorite olarak sunulması sorununa yukarıda değinmiştim, fakat bu alıntıda dikkat çekmek istediğim, yukarıdaki “beşik” sözcüğünün kullanımıyla benzer bir sorun daha var. Muallim-i evvel, yani ilk öğretmen, tabirindeki “muallim (öğretmen)” açık ki insanlar için kullanılan bir sözcük. Aristoteles’e “ilk öğretmen” denmesine “Hayır, ilk öğretmen Allah’tır” diyerek karşı çıkmak, bir kişiye “hükümdar” denmesine “hüküm Allah’a aittir” diyerek karşı çıkmaya benziyor. Bu itirazları anlamlı kılmak için sözcüklere zorlama anlamlar yüklemek gerekiyor.

    Özellikle dikkat çekmek istediğim nokta, Aristoteles’e ilk öğretmen denmesine yapılan bu itirazın sadece başarısızlığı değil, daha da önemlisi, gereksizliği. Bu itiraz makalenin amaçları açısından hiçbir katkıya sahip değil. Burada, akademisyen adaylarına şöyle bir ilkeyi tavsiye edebilirim: “Eğer bir cümleyi makalenizden çıkarmanız makalenize zarar vermiyorsa, o cümleyi çıkarmamanız makalenize zarar verir.”

    Makalede felsefenin ne olduğu ve önemi irdelendikten sonra, felsefe tarihinin önemi konusuna geçiliyor:

    Felsefenin önemini belirtirken felsefe tarihinin önemine de yer vermek ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü Felsefe Tarihi düşüncenin tarihidir. Filozof Jacques Chevalier (1882-1962) yazmış olduğu dört ciltlik büyük eserine haklı olarak “Düşüncenin Tarihi” ismini vermiştir. Bu ciltler şöyle isimlendiriliyor: 1.cilt, Antik Düşünce; 2.cilt, Hıristiyan Düşünce; 3.cilt, Des­cartes’ten Kant’a Modern Düşünce; 4.cilt, Hegel’den Günümüze Modern Dü­şünce. Bu eser 1955-1966 yılları arasında yayınlanmıştır. Hal böyle olunca bu açıdan, felsefe tarihinin önemini de şöyle ifade edebiliriz:

    Bir filozofun varlık, kozmogoni, âlem, din, ahlâk, değer, insan, toplum, eğitim, devlet, siyaset, ekonomi, hürriyet, eskatoloji, fizik-metafizik, ilim (bilgi), estetik, ve tarih anlayışı ortaya koyduğu kavramlar ve düşünce tari­hine getirdiği yenilikler, derli toplu olarak Felsefe Tarihi’nde verilir. (sf. 14, 15)

    Neden Jacques Chevalier’in eserinden bahsedildiği ve neden cilt isimlerinin önemli olduğu (ki önemli olduğunu hiç düşünmüyorum) açıklanmadan, “Hal böyle olunca bu açıdan, felsefe tarihinin önemini de şöyle ifade edebiliriz:” denerek filozofların görüşlerinin ve katkılarının derli toplu halde felsefe tarihinde verildiği söyleniyor ve böylece, görebildiğim kadarıyla, filozofları anlamak için felsefe tarihi bilmenin önemi ima ediliyor. Fakat, bu sonuca Chevalier’in felsefe tarihi üzerine bir eser kaleme almış olmasından mı vardık? Buradaki düşünce akışını takip edemediğimi itiraf etmeliyim.

    3. Üsluptaki sorunlar

    Bir felsefe metninde yazar tabii ki tarafsız olmak zorunda değildir, fakat karşıt görüştekileri eleştirirken ad hominem’e varmayacak şekilde, kişilerden, kişilerin karakterinden ziyade fikir ve argümanlara odaklanmalıdır. Fakat, bunun aksine, incelediğimiz makalenin bazı kısımlarında, yazarla hemfikir olmayanlara karşı sataşmacı, dışlayıcı, küçümseyici bir üslup kullanıldığını görüyoruz. Örneğin:

    On binlerce yıl önceden beri devam eden insanlık kültürünü Antik Yunan ile başlatmak cehalet veya egoizmden başka bir şey olamaya­caktır. (sf. 8)

    Felsefenin hikmet sevgisi olduğu düşünülürse, doğru felsefe yapmak Al­lah’ın bir emridir. Kuran-ı Kerim ayetlerinde geçen hikmet kelimesi daima gerçek felsefeye tekabül eder. Ancak maneviyattan nasibini alamamış bazı filozofların hikmet kelimesine kendince bir anlam yüklemesi düzeltilme­si gereken bir görev arz etmektedir. Gerçek imandan yoksun bazı kimse­lerin nihilizm, ateizm, pozitivizm, pragmatizm, agnostisizm, materyalizm gibi absürt sistemlere gömülüp kalmaları felsefenin değil; filozofun kendi hatasıdır. (sf. 14)

    Maneviyattan nasibini almamış filozofların “hikmet” kelimesini çarpıttığı, ateizm, agnostisizm, materyalizm gibi düşüncelerin gerçek imandan yoksun kimselerin gömülüp kaldığı absürt sistemler olduğu gibi ifadeler, akademik bir yayında, hele ki böyle fikirlerin de açıkça savunulabileceği bir felsefe dergisinde, kabul edilebilir üslup sınırları içerisinde değildir.

    4. Sonuç

    Daha önce belirtmedim, fakat bu makalenin yazarı, Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi, Türk Felsefe Derneği’nin başkanı sıfatıyla Felsefe Dünyası dergisinin de sahibi. Fakat, bu hiçbir şekilde bu makalenin bir felsefe dergisinde yayımlanmış olmasını gerekçelendiremez. Felsefe Dünyası dergisinin Dergipark sayfasında “hakkında” ve “amaç ve kapsam” kısımlarında “Yayın politikası olarak ulusal ve uluslar arası düzeyde ortak kabul görmüş akademik standartları esas alır“ ibaresi geçiyor. Bu makale bu standartlara uymuyor. Derginin sahibi tarafından yazılmış olmasının kör hakemlik sürecini nasıl etkilediğine (ya da etkileyip etkilemediğine) dair bir bilgim yok; fakat, söz konusu metnin tekrardan bir değerlendirmeden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu değerlendirme sonucunda okurlardan özür dilenerek makalenin geri çekileceğini umuyorum.

    Daha önce de belirttiğim gibi, benim endişem bu gibi makalelerin akademik yayın hayatlarına yeni başlayan akademisyen adaylarına kötü örnek teşkil etmesi, akademik yayında nelerin kabul edilir nelerin kabul edilemez olduğuna yönelik bulanıklığa yol açması. Hakemlik için bana gönderilen bir makalede benzer bir üslup ve dogmatik yaklaşımın, materyalizm adına yapıldığına şahit olmuştum. Ruh inancı olan filozoflar aşağılanıyor, zihin felsefesindeki ikici kuramların bariz olarak yanlış ve saçma oldukları kabul ediliyordu. Ben editöre red kararımı bildirmiştim. Fakat, o yazar bu yazıda incelediğimiz makaleye göndermede bulunarak “bakın, saygın bir felsefe dergisindeki bu makalede benimkine benzer bir üslup ve yaklaşım kullanılmış, benim makalemi reddetmeniz haksızlık” dese, ne cevap verirdim? İşte bu eleştiri yazısı, o itiraza cevabımdır.

    Kaleme almış olduğum bu metnin, akademik felsefe camiasında elzem olan karşılıklı eleştiri kültürüne bir katkı olarak görülmesi umuduyla.

    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.