Site Rengi

Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi Makale Çağrısı Yapıyor!

Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi Makale Çağrısı Yapıyor!
21 Ocak 2022 10:50
0
A+
A-

Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi “Klinik Felsefe” dosya konulu Ocak 2023 sayısı için makale çağrısı yayınladı. Klinik Felsefe sayısının editörü Dr. Alper Hasanoğlu. Eserlerinizi 31 Ekim 2022 tarihine kadar editor@pasajlardergisi.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

Çağrı Metni

“Alman psikiyatr Wilhelm Griesinger’in 1845 yılında yayımlanan Pathologie und Therapie der
psychischen Krankheiten (Ruhsal Hastalıkların Patolojisi ve Tedavisi) kitabında dile
getirdiği “ruh hastalıkları beynin hastalıklarıdır” ifadesi ciddi bir paradigma değişikliğine
neden oldu. Psikiyatrik hastalıkların, somatik hastalıklarda olduğu gibi; belli bir organın
işlevsel ve/ya yapısal bozuklukları sonucu ortaya çıktığı görüşü, doğa bilimlerindeki
ilerlemelere paralel olarak hızla kabul gördü ve pozitivizmin de artan etkisiyle psikiyatri,
20. yüzyıla girerken, birçok bilim dalının felsefenin konusu olmaktan çıkıp özgürlüğünü
ilan etmesine benzer bir şekilde, felsefeyle olan bağlarını neredeyse tamamen kopardı.
Öyle ki, “gençliğimde tek isteğim felsefeyle ilgilenmekti ve psikoloji bana bu şansı verdi,”
diyen Sigmund Freud bile psikanalizin bir doğa bilimi olduğunu söyledi ve uzun süre,
felsefenin psikanalize zarar vereceğini iddia etti. Viyana Üniversitesi’ndeki tıp öğrenimi
sırasında, fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’le birlikte psikolog ve filozof Franz
Brentano’dan felsefe dersleri almış olmasına rağmen, felsefe bilmediğini dahi iddia etti.
Yaşlılık günlerindeki yazılarında ve konuşmalarındaysa, Friedrich Nietzsche ve Arthur
Schopenhauer olmadan psikanalizin psikanaliz olamayacağını söyleyerek bu filozofların,
dolayısıyla felsefenin hakkını teslim etme gereği duydu.
20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle Almanca konuşulan ülkelerde psikiyatri, bütün bu
gelişmelere rağmen felsefenin öneminin hâlâ farkındaydı. Freud’un çevresindeki hemen
hemen bütün psikanalistler —örneğin Otto Rank ve Sándor Ferenczi– felsefeyle olan
ilişkilerini teorik ve pratik düzeyde sürdürmeye devam etti. Ama felsefeyi, özellikle de
Husserl’in fenomenolojisi ile Martin Heidegger’in fenomenolojik ontolojisini psikiyatri
anlayışının ve pratiğinin vazgeçilmez unsuru yapan kişi İsviçreli psikiyatr Ludwig
Binswanger olmuştur. Psikanalizin temeline libido teorisini yerleştiren Freud,
psikonevrozlar için neredeyse mekanik bir açıklama modeli geliştirmişti. Binswanger,
psikiyatri ve psikoterapiyi bu Freudiyen indirgemecilikten kurtarabilmek için
‘Daseinanaliz’ adını verdiği öğretiyi geliştirdi. Binswanger, bir varolan olarak insanın
ruhsallığının odağına cinselliğin yerleştirilmesiyle, insanın bir bütün olarak anlaşılmasının
olanağının kaçırıldığını söyler ve insanı bir varolan olarak ‘anlayabilmek’ için Heidegger’in
Dasein kavramına başvurmak gerektiğini düşünür.
Günümüzde de psikiyatri doğa bilimlerinin hegemonyası altındadır. Oysa, sinirbilimdeki, özellikle 1980 sonrası yaşanan hızlı ve heyecan verici ilerlemelere rağmen,
psikiyatrik hastalıkların tanı kriterleri ve somatik tedavi usulleri açısından kayda değer
bir gelişme yaşanmamıştır. Bunun getirdiği hayal kırıklığının etkisiyle de insan ruhunun
beyinden ibaret olmadığı hatırlanmaya başlamış ve psikiyatriye antropolojik, felsefi bir
‘soluk’ gelmesinin umudu doğmuştur.

Psikiyatrinin felsefeyle birlikte düşünülmesi gerektiğinin 20. yüzyıldaki en önemli
kanıtları Karl Jaspers’ın eserleridir. Jaspers tıp fakültesinin ardından Heidelberg’te
psikiyatri ihtisası yapmış ve psikiyatri tarihinde psikopatolojiyi sistematik bir
metodolojiyle toparlayan ilk isim olmuştur. 1913 yılında yaklaşık 350 sayfa olarak
yayımlanan ihtisas tezi ‘Genel Psikopatoloji’ adını taşıyordu ve fenomenolojik bir bakışla
kaleme alınmıştı. Jaspers daha sonra psikiyatriden felsefeye geçmiş ve Heidelberg
Üniversitesi Felsefe Bölümünde bir kürsü sahibi olmuştur. Kendi varoluş felsefesini
geliştirdiği yıllar içinde Allgemeine Psychopathologie (Genel Psikopatoloji) kitabına tekrar
tekrar dönmüş ve 1947 yılında kitap 750 küsur sayfalık son hâlini almıştır. Yıllar içinde
fenomenolojik yaklaşımın yanında kendi geliştirdiği varoluş felsefesi de psikopatolojisinin
temelini oluşturmuştur.
Bunların dışında da örnekler vardır. Örneğin, Viyana’dan Sigmund Freud’dan sonra
çıkmış ikinci önemli psikoterapi ekolü olan Alfred Adler’in ‘Bireysel Psikolojisi’ne esas
olarak Nietzsche’nin felsefesi yön verir. Carl Gustav Jung, psikiyatrın farkında olmasa
bile bir filozof-doktor olduğunu söyler. Zürih Burghözli Psikiyatri Kliniği’nde şef olarak
çalıştığı uzun yıllar boyunca Nietzsche’nin Also sprach Zarathustra: Ein Buch für Alle und
Keinen (Nihayet Konuştu Zerdüşt: Herkes İçin ve Hiç Kimse İçin Bir Kitap) adlı eseri
üzerine İngilizce seminerler vermiştir.
Yine Viyana’dan çıkmış üçüncü psikoterapi ekolü olan ‘Logoterapi’nin kurucusu
Viktor Frankl, Logoterapinin bir ‘Varoluş Analizi’ olduğunu vurgular ve varoluş felsefesini
psikoterapi ekolünün temeli yapar.
Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde sessiz sedasız, gürültü patırtı koparmadan
‘felsefi psikoterapi’ uygulayan sayısız psikiyatr ve psikoterapist vardır. Daseinanaliz ve
Logoterapinin, birçok ülkede yıllardır aktif olarak eğitim veren dernekleri vardır ve düzenli
olarak dünya kongreleri düzenlemektedirler. Ama günümüzün egemen paradigması olan
biyolojik psikiyatri, doğa bilimleri yöntemleriyle çalışmayan ve araştırmalar yapmayan bu
ekolleri yok sayarak küçümsemekte ve arkalarına aldıkları ilaç kartellerinin gücüne
güvenerek insanın ruh hastalıklarının, nörolojik hastalıklar gibi, beynin yapısal ve/ya
işlevsel bir bozukluğu sonucu ortaya çıktığı konusunda ısrar etmektedir. Oysa, sinir-bilim
teknolojik gelişmeler sayesinde beynin neredeyse her nöronunu gözlemleyebilecek
durumda olmasına rağmen, tek bir psikiyatrik hastalığa dahi tanı koyabilmemize yardımcı
olabilecek bir laboratuvar testi ya da beyin görüntüleme yöntemleriyle gösterilebilen
hastalığa özgü yapısal ve/ya işlevsel bozukluk marker’ı bulunamamıştır. Psikiyatride tanı
hâlâ hastadan alınan bilgiler üzerinden, psikiyatrın klinik gözlemleri aracılığıyla
konulmaktadır.
Jaspers daha 1913 yılında beynin didik didik edilip psikiyatrik hastalıkların nerede
saklandıklarının aranmasını, ‘beyin mitolojisi’ olarak adlandırmış ve insanı anlamanın tek
yolunun onu ‘dinlemek’ ve ruhunun derinliklerine nüfuz edecek kadar onun gibi düşünmeye
ve hissetmeye çalışmak olduğunu söylemiştir.
Yukarıda dile getirilenler, biyolojik psikiyatrinin indirgemeci de olsa hiçbir yaranının
olmadığı, insanı nasılsa öyle anlamamız konusunda psikiyatra önemli bilgiler
kazandırmadığı anlamına gelmez. Buradaki sorun, biyolojik psikiyatrinin insan beynine bilgiyle değil handiyse sorgulanması günah olan bir inançla yaklaşmasıdır. Bu da karşı
kutbun ortaya çıkmasına neden olmuş, psikiyatriyi neredeyse bir sosyal bilim olarak
görmeye başlayan başka bir indirgemeci kitle yaratmıştır. Oysa Jaspers’ın Genel
Psikopatoloji’sinde de belirttiği gibi biyolojik, psikolojik, tinsel ve sosyal bir varlık olan
insan kişisi tek bir yöntem ya da ekolle anlaşılamayacak kadar karmaşık bir yapıya
sahiptir. Her insan teki biriciktir ve bu biricikliği bütünlüğü içinde anlayabilmenin ve
mümkünse ona yardım edebilmenin tek yolu, biyolojik ve tinsel bir varlık olan insana
fizyolojik, antropolojik, ontolojik ve epistemolojik bir bilgi birikimiyle yaklaşmaktan, yani
onun doğa yanını tinselliğiyle eşit düzeyde göz önünde bulundurmaktan geçer.
Bu anlamda psikiyatr günlük pratiğindeki seanslarında, bir an bir insan bilimci gibi
düşünürken, ardından hızla bir doğa bilimcisine dönüşebilmeli ve örneğin olası bir tiroid
fonksiyon bozukluğunun hastanın sıkıntılarındaki payını anlamaya çalışmalıdır. Bu
anlamda, insan bilimleriyle doğa bilimleri arasındaki gerilimli alanda hareket etmek
zorunda olan psikoterapist kendi düşünmesini tanı kalıplarına hapsetmeden, Martin
Buber’in sözleriyle otantik bir ‘ben-sen karşılaşması’ olan terapötik ilişkiye odaklanmalı
ve hastasını bütün yargılarını ‘paranteze alarak’ dinlemeyi, onunla gerçek ve demokratik
bir ilişki kurmayı becerebilmeli, kendini bir otorite olarak görmemeyi başarıp karşısındaki
hakkında gerçek bilgiye, esasen hastanın kendisinin sahip olduğunu unutmamalıdır.
Immanuel Kant’ın dediği gibi, “doktor tedavi eder, doğa iyileştirir.” Burada doğadan
kastedilen doğal ve gerçek bir ilişkidir. Terapötik ilişki de bu anlamda hastasına doğayı
sunabilmeli ve onun iyileşmesine eşlik etmeyi başarabilmelidir.
Ocak 2023’te yayımlanmak üzere, Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi olarak dile
getirdiğimiz meselelere temas edecek, özgün ve Türkçe literatüre katkı sağlayacak
çalışmalarınızı bekliyoruz.”

Klinik Felsefe dosya konusu ile ilgili konu başlıkları ve gönderim kuralları için buradan Pasajlar Dergisi’nin internet sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.